Yaşadığı her zorlukta neden basıp gitmek ister insan?
Kalıp savaşmak, sorunları çözmek zor geldiği için mi?
Kaçıp kurtulmak istediği esasen kendisi iken, kendisi ile baş başa kalmak için mi?
Yaşadıkları ile yüzleşmek zor geldiği için mi?
Mevcut şartlar olmadan ‘en fazla ne kadar dayanabilirim.’in cevabını aradığı için mi?
Her gidişin yeni bir başlangıç olduğunu düşündüğü için mi?
Korkuları ile yüzleşmek istemediği için mi?
Bu liste böyle uzar gider…
Ne olursa olsun, insan karşı koyamaz içindeki gitme arzusuna… Sanki gidince herşey düzelecek. Sanki herşey olması gerektiği düzeninde devam edecek gibi gelir.
Hayır hiçbir şey değişmeyecek. Çünkü aklın, kalbin, yüreğin, vicdanın hep seninle gelecek.
Evet itiraf etmeliyiz ki hepimizin içinde bir kaçıp gitme isteği var.
Bazen ıssız bir adaya,bazen bir balıkçı kasabasına, bazen kimseyi tanımadığın, kimsenin de seni tanımadığı topraklara…
Tamam gittin…
Yerleştin…
Yaşamaya başladın…
Hayatına yeni insanlar, yeni hayatlar, yeni hikayeler girdi.
Ne kadar süre seni mutsuz eden ve kaçmana sebep olan, kalbini paramparça eden, seni senden alan sorunlara sırtını dönmeyi planlıyorsun?
Eninde sonunda büyük buluşma gerçekleşmeyecek mi sanıyorsun?
İnsanın kendisi ile yüzleşmesi ne kadar sinir bozucudur tahmin edebiliyor musun?
Ne dürüst olabilirsin kendine, ne de acımasız şekilde eleştirebilirsin.
İnsanın kendisi ile yüzleşmesi tehlikeli bir oyundur” diyor paulo coelho fahişelik yapan bir kadını anlattığı on bir dakika adlı kitabında;
“bende iki kadın var: bunlardan biri neşeyi, tutkuyu, hayatın ona sunabileceği serüvenleri tanımayı istiyor. öteki ise tekdüzeliğin, aile hayatının, planlanıp yerine getirebilen ufak tefek işlerin kölesi. aynı bedende birbiriyle savaşıp duran ev kadını da benim, fahişe de.”
bir insanın kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur. kutsal bir dans. kendimizle karşı karşıya geldiğimizde, iki tanrısal enerji, çarpışan iki evrenizdir. yüzleşmede yeteri kadar saygı yoksa, bir evren ötekini yok eder.