Küçükken, ebeveynlerimizin değer verdikleri ya da zarar görebileceğimizi düşündükleri nesneleri nasıl vitrin tepelerine, buzdolabı üstlerine ya da ulaşmanın zor olduğu yerlere koyduğunu hatırlarsınız. Bu kimi zaman bayramda hediye getirilen bir kutu madlen çikolata, kimi zaman bir kitap, kimi zaman ise bir çakmak olurdu…
Aslında tek amaçları bizi ve yaşam alanlarını korumaktı belki ama bizim için hedef o kadar netti ki o zamanlar yolumuzdan dönemezdik.
Çikolatayı fazla yersek dişleriniz çürür, çakmağı bilinçsizce yakarsak evi turuşturabilirdik belki ama kimin umurunda!
Şimdi düşündüğümde aslında ne kadar saçma ve komik geliyor. Oysa ki gözümüzün önünde olsa belki hiç dikkatimizi çekmeyecek şeyler…
Böyle zamanlarda; ulaşmak için nasıl çaba sarf ettiğinizi bir düşünün?
Ne kadar yükseğe koyarlarsa, bizim gözümüzde o kadar ulaşılmaz olurdu. Ulaşmak isterdik istemesine ama; parmak uçlarımızda yükselmeye çalıştığımız için; önce ayak parmaklarımız uyuşmaya, sonrasında da onu almaya çalışan kollarımız ağrımaya, acıdan titremeye başlardı. Bunlar sadece fiziksel olanlar tabi…
Ruhsal açıdan size nasıl hissettirdiğini anlamak için; bu sefer sizin için değerli, anlamı olan çok önemli bir nesneyi ulaşamayacağınız yüksek bir yere koyun. Sonra onu almaya çalışın. Alamadan, bulunduğunuz yerden çıkın.
Bütün gün, hatta uyurken bile;
Acaba olduğu yerde yeri iyi mi?
Düştü mü?
Tozlandı mı?
Biri dokundu mu?
Zarar gördü mü?
gibi soruların cevapları beyninizi meşgul eder durur. Ne geçirdiğiniz günden, ne bulunduğunuz ortamdan ne de uyuduğunuz uykudan keyif alırsınız. Uyandığınızda ise; kalitesiz bir uyku, fiziksel ve duygusal yorgunluk!
Ta ki; onu tekrar görene, elinize alana, ona ulaşana kadar.
O’na ulaşırken gittiğiniz yol, yaşadığınız hasar, size ona ulaşmaktan daha çekici gelir bir süre sonra bu durumu takıntılaştırmaya başlarsınız. Onu oraya koymadan önceki sizi ve şimdiki sizi düşünürsünüz. Göz hizasına koymak gelmez aklınıza. Çünkü; sizin için değerlidir ve korkarsınız ona birşey olacak diye…
Peki ya sizin değeriniz?
İnsanlar için de bu böyledir. Ne kadar kendinizden yüksekte tutarsanız kendi değerinizi o kadar alçaltırsınız. Oysa ki göz hizasında dengede tutsanız bu kadar üzülmeyecek, düşünmeyecek, takılmayacaksınız belki!
‘Ben O’nun yanında olduğum halimi merak etmiyorum ki; kendimi biliyorum, onu da az buçuk biliyorum. Önemli olan kısmı benim onun yanında olmadığım kısımdır. Benim ilgimi çeken kısmı bu, bunu hiç bir zaman bilemez insan…’
Yani kendini gizleyen ve dışarıda farklı olan insanın aslında iç dünyasını merak ettiğiniz gibi…
Teknoloji ve sosyal medya bu kadar aktif olarak kullanılmadan önce insanlar ne yapıyordu düşünüyorum bazen… Büyük ihtimalle kimse bu kadar takıntılı, şüpheci, iz sürücü değildi.
Hayatınıza giren insanları adım adım takip etmek, sürekli ulaşmaya çalışmak, merak etmek farkında olmadan sizi takıntılı, mutsuz ve ne istediğini bilmez hale getiriyor.
Birine bir mesaj gönderiyorsunuz ve kafanızdaki deli sorular başlıyor sizi içten içe kemirmeye…
Acaba okudu mu yazdığımı?
Çevrimiçi ama neden yazmıyor?
Gördü ama neden dönmedi?
Yoğun evet ama ben de yoğunum!
Ben fırsat buluyorum ama o neden bulamıyor?
O yazmadan yazmayacağım!
Hayır bir daha yazmayacağım!
Yazarsa ben de saatler sonra cevap vereceğim!
Hayır konuşmayacağım!
….
Bu düşünceler ile hayat geçer mi?
Böyle zamanlarda Paul Auster’in çok sevdiğim bir sözü gelir aklıma ve durup düşünürüm.
‘İnsanlar asla söyledikleri kadar meşgul değillerdir. İnsanların öncelikleri vardır ve bazen sıra sana gelmez.’
Ne kadar doğru değil mi?
Değer verdiğiniz, önemsediğiniz, merak ettiğiniz insan size üç saniyesini ayırıp cevap verme ya da arama zahmetinde bile bulunmuyor ama siz tüm gününüzü ayırıp onun ne yaptığını, en önemlisi nasıl olduğunu düşünüyorsunuz.
Daha bitmedi, beyin yakan düşüncelerin gelsin devamı;
Ya başına birşey geldiyse?
İyi mi ki?
Yemek yedi mi?
Spora gitti mi?
….
Size ne!
Sizi merak etmiyor, sizi aramıyor, sormuyor.
Hayatında kalma çabası neden?
Hani kendimizi değersiz hissettiren kimse ile iletişime devam etmiyorduk?
Sonra ne mi oluyor?
On saat sonra, hiçbir şey olmamış gibi umursamaz bir cevap alıp, değer yargılarınızı sorgulamaya baştan başlıyorsunuz.
‘Yeni gördüm.’
Hadi canım!
Bazen çok komik oluyor yaşadığımız şeyler. Şöyle diyesi geliyor insanın;
‘Sen giderken ben dönüyordum.’
Her insanın değerleri, değer verdikleri, değer yargıları farklı evet ama ortak birşey var ki; kimse kendinizden daha fazla değerli değil!
Bir başkası için kendi değerinizden ödün verirseniz bir süre sonra kendi değerlerinize yabancılaşıp mutsuz olursunuz.
Ve sözü yine bir Paul Auster sözü ile bitirmek istiyorum.
‘Kendi değerlerinden herhangi bir insan uğruna vazgeçtiysen, o insana dönüp iyice bak: o insan artık ya her şeyindir ya hiçbir şeyin.’
Şimdi aynaya bakın ve kendinize cevap verin.
Kim daha değerli?
Siz mi yoksa uğruna değerlerinizi ayaklar altına aldığınız insanlar mı?