Yakın zamanda kız arkadaşına evlenme teklifi yapan bir erkek arkadaşımın yaşadıklarını düşününce bazen gülüyorum, bazen kızıyorum. Bazen de ona ne anlatırsam ne kadar anlatırsam anlatayım yaşamadan ne anlatmak istediğimi anlamayacağımı anladım ve anlatmayı bıraktım.
Tek söylediğim AKIŞINA BIRAK…
Bu iki kelimeyi kafama kazıyan canım kuzenime de sevgilerimi iletiyorum.
Ne kadar önemli aslında akışına bırakmak. Biz bazen o kadar zorluyoruz ve sorguluyoruz ki; belki de hayatın heyecanını kaçırıyoruz. Hepimizin bir kafa sesi var, özellikle mutsuz olduğumuz ya da içinden çıkamadığız durumlarda hiç susmayan…
Ben bazen yüksek sesle müzik dinliyorum bazen de kendimi işe veriyorum düşünmemek için. Kendime düşünmek için ne kadar az zaman ayırırsam o kadar çabuk geçecek diye düşünüyorum. Aslında geçen birşey yok sadece erteliyorum. Ama akışına bırakınca öyle mi? Olması gereken oluyor.
Kendi yaşadığım buhran dolu evlilik öncesi zamanları düşünüyorum. Aman gelinliğim şöyle olsun, düğün şurda olsun, makyajım saçım böyle olsun derken bir bakmışsınız ki aslında bunların hiçbir önemi yok. Önemli olan iki insanın birbirini sevmesi, sayması. Ama daha da önemlisi güvenmesi. Eğer her konuda ‘Ben sana güveniyorum.’ diyip ardı arkası kesilmeyen sorgularla, hata aramakla, telefon karıştırmakla ya da sürekli ‘merak’ başlığı adı altında psikolojik baskı yaşatırsanız o ilişkiden mutlu bir sonuç bekleyemezsiniz. Güven bir ilişkinin temelidir ve güvenmediğiniz ve güvenilmediğiniz bir ilişkinin içinde bulunmak kendinize ve karşınızdakine yapacağınız en büyük kötülüktür. Siz güvenmediğiniz için o da güveni hissetmediği için size güvenmediğinden eninde sonunda bir yerlerde sorun yaşayacaksınız demektir bu.
Tüm bunlarla beraber kişinin kendine de güvenmesi esastır. Birlikte zaman geçirdiği insanlar, ailesi, yetiştirilme tarzı… Bunların hepsi kişinin ortalamasını gösterir. Hep derler ya; ‘İnsan birlikte vakit geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.’ gerçekten de böyle. Eğer ufku geniş insanlarla birlikte olursanız gelişir, öğrenirsiniz. Ama eğer vizyonu, misyonu, hedefleri olmayan insanlarla birlikte olursanız bu sizi aşağıya çeker. Kendi sığ sularda yüzdüğü yetmezmiş gibi sizi de o bir kaşık suda boğmaya kalkar. Size öyle bir ortamda öyle bir şey söyler ki; ne diyeceğinizi bilemezsiniz. Düşünsenize bir iş toplantısındasınız ve yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen, arkadaşım, dostum, kardeşim dediğiniz, yıllarınızı geçirdiğiniz kişi sizin için, daha yeni tanıştığı sevgilinize ‘Sen bunu sosyal sorumluluk projesi olarak mı aldın?’ diye en az kendi kadar gereksiz bir espri yapabilir. Bakın espri dedim, ama bunun adı bana göre bağnazlık, kendini bilmezlik, kıskançlık… Ne derseniz diyin bunun adına, size bıraktım. Kendinizi o kadının ya da adamın yerine koyun, ne hissedersiniz?
Ben yerin dibine girerdim herhalde ve o arkadaşım ile de bir daha görüşmezdim. Ne kadar üzgün olduğumu da sevgilime söylerdim. Ben söylediğimde de eğer buna ‘Ya bana hep öyle espri yapıyor.’ diye bir cevap alırsam da kusura bakmasın kimse ama ilişkimi gözden geçirirdim. Bunun sonu yok çünkü. İnsanlar sandığımız kadar iyi değiller ya da ‘Beni bildiğim şeyler korkutmaz.’ diyip yine o karakter ile görüşmeye devam ederse bu da bir sorundur çünkü ortalama hep düşmektedir. İnsanlar kendinde olmayanı ister hep. Ama bu kıvırcık saçlı insanların hep fön çektirip saçlarını düzleştirmek istemesi gibi bir istek değildir. Bu karakter ile ilgili değildir çünkü. Yukarıda verdiğim örnek ise tamamen karakter ile ilgilidir. Kişi yakın arkadaşını kıskanır ve ona aşağılayıcı, küçük düşürücü cümleler kurar. Zaaflarını kullanır. Çünkü bizi en iyi, en yakınlarımız tanır ve bunu nerede ne zaman kullanacağını en iyi onlar bilir.
Aslında çok da uzağa gitmenize gerek yok. Ailenizden birinin ilişkinize ya da ilişki yaşadığınız, hayaller kurduğunuz, birlikte çocuklar gibi eğlendiğiniz oyun arkadaşınıza saygı göstermediğini düşünün.
Hani çok seviyorsunuz ya! Ne hissedersiniz?
Ben karşımdaki insanı anlamaya çalışırım.
Yıllardır o kişinin her sıkıntısına koşan abla, abi, kardeş hiç fark etmez sizi rakip olarak görür ve kendinizi bir mercek altına alınmış hissi verir. Her yaptığınızı merak eder, siz yokmuşsunuz gibi davranıp laf sokmak için her fırsatı değerlendirir. Ama sorun;sizin siz olmanız değildir. Adınız Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet hiç fark etmez. Önemli olan yanındaki figürdür. Onun tepkisi şahsi değildir, tamamen figüre uygulanan baskıdır. Bunu çok rahat fark edebilirsiniz. Yolunuzu izleyen biri vardır ve ayak izlerini hayatınızın her yerinde görürsünüz. Buna izin vermek yine sizin elinizdedir, engel olmakta öyle. Eğer ilişkinize sahip çıkıp arkasında duramıyorsanız konfor alanınızda kalmaya devam edip düşük ortalamada devam edebilirsiniz. Tamamen sizin tercihiniz.
Evliliği sorunlu olan bir arkadaşıma zamanında neden boşanmak istediğini sorduğumda bana ‘Ya Senem, biz ne zaman farklı bir konu hakkında tartışsak konu hep yıllar önce düğünde yaşadığımız olaylara kadar gidiyor.’ demişti. Şimdi anlıyorum ne demek istediğini. Geçenlerde bununla ilgili bir yazı okudum. Diyordu ki; ‘İlişkinin başında ilk tartışma neyden çıkarsa, ilişki yine o ilk tartışma yüzünden bitiyor.’ Evet kulağa saçma gibi gelse de döngü aynı yerde kilitleniyor. Olay ta geçmişte yaşadıklarınıza kadar gidiyor. İnsanlar birbiri ile tanışmadan öncede bir hayat yaşıyorlar. Öncelikle bunu kabul etmek gerekiyor. Herkesin hayatında yolunda giden ya da gitmeyen ilişkiler tabiki oluyor ama bu demek değil ki hayaletler ile yaşamaya devam edelim. Hali hazırda hayatımızda olmayan hayaletler ile uğraşmaktan günümüze dönemiyoruz. Derinlerde kapatılmayan, ama bir illüzyonistin yaptığı illüzyon gibi saklanan bütün yaralar en ufak kavgada gün yüzüne çıkıyor. Ne kadar yaralayıcı, ne kadar üzücü ve herşeyden önce ne kadar kırıcı.
İnsan yaş aldıkça anlıyor ki; en değerli şey zaman… Kime nasıl harcadığınıza dikkat edin. Sonra bir bakmışsınız en değerli zamanınızı harcadığınız kişi gitmiş ve siz yine yalnız kalmışsınız kendi değerli zamanınızda…
Akışına bırakın, su akar yolunu bulur.